Hayatımın ilk büyük kaybını yaşadığımda henüz on bir yaşındaydım. Babam bir gün vardı ve ertesi gün yoktu. Babam, sadece babam da değildi üstelik. Kendimi yanında “tuhaf” hissetmediğim bir yetişkindi, belki de tek yetişkin. Yaptığım, söylediğim her şeyi anlardı hatta desteklerdi. Kafamdaki farklı sesleri, yer karolarında gördüğüm desenleri, iskambil kağıtlarından kurduğum alternatif evrenleri dünyanın en mantıklı şeylerini anlatıyormuşum gibi dinlerdi. Çünkü benden daha tuhaftı…
Babamı kaybettiğimde bana hayatın zor olduğu söylendi, elden gelen bir şey olmadığı. En zor durumda bile olgun olmam öğütlendi, dik durmam ve hayatıma devam etmem. Ben diğer çocuklar gibi değildim, akıllı ve güçlüydüm. Acılara takılmak zayıfların işiydi. Bana bunları söyleyenler aslında beni koruma niyetinde olsalar da ben çocuk aklımla şunu öğrendim; “olgun, güçlü olduğum, hayatta dik durduğum müddetçe kabul edilir ve sevilirim.” Bu nedenle yas tutmanın ve kırılganlığın gücünü es geçtim yıllarca. Gerçekten coşku duyabilmek, kalbinden gülebilmek için yeri geldiğinde üzüntünün, acının, korkunun, umutsuzluğun içinde kalmak gerektiğini neredeyse kırk yaşıma kadar bilemedim.
Babamın öldüğünü öğrendikten birkaç saat sonra oyun oynuyordum kuzenlerimle. Birkaç gün sonra yeni bir okula başladım. Benden beklendiği gibi hep başarılı, güçlü ve olgun oldum. Örnek gösterildim, ödüllendirildim, alkışlandım. Öğretmenlerim, aile büyüklerim, arkadaşlarım tarafından kabul edildim. Sevildim… Ama o kişi tamamen ben miydim?..
Hayatımın büyük kısmında yüzümde hep bir gülümseme oldu içimde her zaman olmasa da. Kendi hayatımda hakkıyla yaşayamadığım duyguları kitaplarda, filmlerde, masallarda, resimlerde, müziklerde, kısaca sanatta ve başkalarının hikayelerinde yaşadım. Muhtemelen bu yüzden hep sanatı ve insan hikayelerini takip ettim. Ve yaptığım işi meslek olarak seçtim…
Uzun yıllar, sorulmadıkça -bana acı veren pek çok konu gibi- babamdan da pek bahsetmedim. Söz konusu zorlayıcı duygular olunca konuşmaktan çok dinledim. Anlatmaktan çok anladım. Otuzlu yıllarımın başında kendim ebeveyn olunca; beni büyütenlerle, dolayısıyla kendimle ilişkimi gözden geçirmeye, kendimle yeniden bağlantı kurmaya, tüm duygularımı aynı özen ve şefkatle görmeye, göstermeye çabalamaya başladım. Bu çabam hala devam ediyor. Hala, şair Rudy Francisco’nun dediği gibi “kimsenin alkışlamadığı yanlarımı sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum.”
Babamdan sonra dayım bana ikinci bir baba oldu. O, babam ve benim gibi tuhaf değildi belki ama sevecen ve çok eğlenceliydi. Üç yıl önce -onun seksene benim kırka bir adımımız kalmışken- birden hastalandı. Hastaneye yattığı ilk gün birlikte geçirebileceğimiz zamanın sonuna doğru geldiğimizi anlamıştım. O gün korkumu, endişemi, üzüntümü, çaresizliğimi, en önemlisi de sevgimi fark ettim. Daha önce de kayıplar yaşamış ve benzer duygulara temas etmiştim ancak bu sefer bende bir şeyler farklıydı. Kuyruğu dik tutmaya çalışmıyordum… Birkaç ay içinde dayımın fiziksel varlığına veda etmemizle sonlanacak tüm süreçte durdum, düşündüm, hissettim, ağladım, paylaştım… Gücümün tükendiği yerde destek istedim. Tüm süreci, getirdiği her şeyle beraber, yaşadım. Yas tutmak neymiş gerçekten ilk o zaman anladım. Yaşayabildiğim yas sayesinde bugün, dayımın benim için çok kıymetli olan yaşamını kutlayabiliyorum. Onu anabiliyor, onunla ilgili konuşabiliyor, oğluma anlatabiliyor, resimlerine özlem ve sevgiyle bakabiliyorum.
Her ne kadar çoğumuz böyle olduğunu düşünsek de yas tutmak sadece insanlar öldüğünde ortaya çıkan bir ihtiyaç değil. Kayıp duygusunun var olduğu her durumda, fark edip tutabilirsek bizi özgürleştirecek, görmezden gelirsek bizi sıkıştıracak bir yas var.
Bizim için değeri olan bir ilişkinin bitmesi de bir kayıp duygusu getiriyor beraberinde, adım atmaya cesaret edemediğimiz için başlayamayan ilişkiler de. İstediğimiz halde başlayamadığımız, bitiremediğimiz, dönüştüremediğimiz, sürdüremediğimiz, ifade edemediğimiz… özetle içimize sindirerek yaşayamadığımız her anın bir yası var küçük ya da büyük ama hakkının verilmesi gereken.
Kayıpları görüp onların yasını tutamadıkça, hayatta var olanların keyfini de çıkaramıyoruz tam olarak. Ancak, yasla birlikte gelen duygulardan da korkuyoruz. Bize “kötü” ya da “zararlı” olduğu öğretilen duyguların içine girersek nasıl çıkacağımızı bilemiyoruz çünkü. Birinin bizim yaptığımız bir davranış karşısında kırıldığını gördüğümüzde bu bize bir üzüntü ve utanç getireceği için davranışımıza mazeretler, savunmalar geliştiriyoruz örneğin. Ya da karşı tarafı suçluyoruz. İçimize bir dakika bakıp samimiyetle üzgün olduğumuzu söylesek ne çok şey değişecek oysa… Üzüldüğümüzü söyleyemediğimiz ilişkilerde sevindiğimizi söylemek de kısır kalıyor tabii. Duygular paylaşılamadığında ilişkiler zihin seviyesinde kalıyor, derinleşemiyor.
Yas tutabilmek, -insan olduğumuz için- kusursuz olmadığımız gerçeği ile yüzleşme ve bu gerçeği kabullenme süreci aslında. Hissetmeyi tercih etmediğimiz duygularımızı, karşılanmayan ihtiyaçlarımızı yargılamadan, onlardan kaçmadan, savunma duvarları örmeden olduğu gibi fark etme ve kendimizi şefkatle kucaklama becerisi. Üzüntünün, öfkenin ya da utancın içinde kaybolmadan sadece bu duyguları hissetmeye ve ifade etmeye bir alan yaratma.
Hissetmeyi tercih etmediğimiz duyguları bastırdıkça aslında yaşayabileceğimiz tüm duyguları ortalamaya çekiyoruz. En muhteşem olabilecekleri bile! Acı çekmemek için doya doya aşık olamıyor, sonunda üzülmemek için kendimizi insanlara bırakamıyor, hayal kırıklığına uğramamak için güvenemiyor, utanmamak için isteklerimizi dile getiremiyoruz. İhtiyaçlarımıza sahip çıkıp biricik varlığımızla kendimizi ortaya koyamıyoruz. Bize öğretilen biçimde güçlü olmak uğruna hayattaki en büyük, en gerçek gücü tadamıyoruz; kırılganlığımızın gücünü… İnsan olmanın gücünü…
Kendimle kurduğum bağlantıda hoşlanmadığım duygularımla karşılaştığımda onlardan kaçmamak, bir süre onlarla temas etmek, o duygulara neden olan karşılanmayan ihtiyaçlarımı keşfetmek, bu duygu ve ihtiyaçların yasını tutmak beni en çok büyüten ve geliştiren şey oluyor bir süredir. Yas bir büyüme ağrısı gibi… Geçtikten sonra daha güçlü, daha kendinden emin, daha mutlu ve anlamlı hissediyor insan.
Yas tutabildiğim ölçüde hayatı coşkuyla kutlayabiliyorum. Tüm duygularımı kabullenmeye başladıkça kendimi olduğum gibi göstermekten çekinmiyorum. Kızgınlığımı, kırgınlığımı, üzüntümü, utancımı açıklıkla ifade edebildiğimde; çevremdekilere onları özlediğimi, sevdiğimi ve benim için önemli olduklarını daha rahat söyleyebiliyorum. Sevmek için sevildiğimden, anlamak için anlaşıldığımdan, özlemek için özlendiğimden emin olmaya gerek duymuyorum. İlişkilerimin günden güne derinleştiğini, doğallaştığını, sahicileştiğini görmek büyük bir şükranla dolduruyor içimi.
Şimdi hayatımın kırküçüncü yılında biliyorum ki; olgunluk, güç, kabullenilme ve gerçekten sevilme çocukluğumda zannettiğim gibi duyguları gizlemekle, yoklarmış gibi yapmakla değil, duyguların içinden geçmekle, onları yaşamakla ve paylaşmakla geliyor. İnsan kendini her haliyle şefkatle kucaklayıp kendine tüm duygularını olduğu gibi yaşama izni verince, tuhaflıklar normalleşiyor, ilişkiler derinleşiyor, düşler gerçekleşiyor…
Kendinize yas tutabilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşamaya izin vermeniz dileğiyle…
İzlenesi: Ters-Yüz
Dinlenesi: Jason Mraz – Life is Wonderful
Bakılası: Tomasz Sętowski (Metnin içindeki görsellerin çizeri)
İnsanı “evde” gibi hissettiriyorsunuz, o kadar gerçek, o kadar tanıdık..
Sevgiler,
Aldığım en güzel yorumlardan biri bu 🙂 Çok teşekkürler
Kaleminizin gücüne, anlatiminizin zarifligine ve ifadelerinizin netligine hayranim.
Çok teşekkür ediyorum. Bu yorumu okuyunca çok mutlu oldum. Harika bir gün dilerim