Anneannem öldüğünde sandığından hiç kullanılmamış çarşaflar çıkmıştı, giyilmemiş kazaklar, açılmamış bir fincan takımı ve daha pek çok el değmemiş nesne. Uzun yıllar boyunca eskir, bozulur diye sandıktan çıkarmadığı eşyaları vardı ya da özel günler için sakladığı… O günler hiç gelmedi, o eşyalar hiç kullanılmadı. Anneannem göçtü gitti, eşyalar kaldı. İhtiyacı olanlara paylaştırıldı. Başka evlerde, başka ellerde, başka bedenlerde işlev buldu.
Anneannemden çok etkilendiğimden olsa gerek alıp da kullanmadığım pek eşyam olmadı. Misafire ya da özel bir güne saklamadım hemen hiçbir şeyi. Sahip olduklarımın tadını çıkarmayı bildim çoğunlukla. Ancak şimdi fark ediyorum ki sandıklarda saklananlar sadece eşyalar değilmiş. Benim de başka zamanlara, mekanlara, insanlara, imkanlara sakladıklarım varmış.
Son zamanlarda hayat hep aynı yerden sınıyor beni, karşıma benzer sınavı tekrar tekrar çıkarıyor, aynı şeyi farklı açılardan göstermeye çalışıyor bana: ne kadar hesaplanamaz, planlanamaz, tahmin edilemez olduğunu… Doğduğumuzdan beri en iyi bildiğimiz ve yadsımaya en çok çaba gösterdiğimiz temel bilgiyi hatırlatmaya çalışıyor; bir sonu olduğunu. Ve bilemeyeceğimizi o sonun ne zaman geleceğini. Davet ediyor beni belki odamdaki değil ama zihnimdeki, kalbimdeki sandıkları fark etmeye. Onları tek tek açmaya, içlerine bakmaya. Tükenmesin, bitmesin, acıtmasın, eskimesin, zorlamasın diye yaşamadan saklamaya çalıştıklarımı görmeye.