“Benim için bir vaha gibisin, nefes aldığım, soluklandığım ve bu çölde kendime geldiğim.” diye yazmıştı adam mesajında. Kadının gözlerinden giren bu sözler, nefes borusundan ılık bir su gibi geçerek kalbine indi. Kısa bir an genişledi kalbi, ısındı. Sonra o sıcaklık çölün kavuruculuğuna döndü. Kalbi sıkıştı kadının, boğazı kurudu. Gözleri doldu. Adama kısacık bir cevap yazdı bu duygudan kurtulmak ister gibi. “Canımmm” dedi mesajında, bir kalp koydu yanına, turuncu. “Kalbime değdi bu yazdıkların.” Ama nasıl değdiğini anlatmadı. Sonra sorular üşüştü zihnine…
“Çölde bir vaha” idi adam için! Vaha olmak ne demekti? Besleyen, kolaylaştıran, rahatlatan, destekleyen mi? Kurtaran mı? Adam bir yolcu misali göçerken bir vaha gibi olduğu yerde kalacak mıydı kadın? Her seferinde yeni yolcular mı bekleyecekti? Bir vaha mı olmuştu hayatına giren adamlar için şimdiye kadar? Böylesine gelip geçecek miydi yorgun, üzgün, yalnız ruhlar onun bölgesinden? Bir avuç su, bir derin nefes, bir tutam rüzgâr alıp gidecekler miydi? Bu muydu olmak istediği? Bu değilse -ki sıkışan kalbine, kuruyan boğazına bakıldığında değildi- ne olmayı isterdi? Bunları düşünürken iyice büzüştü kalbi sıcaktan. Boğazında düğümler oluştu. Gözleri, epeydir biriktirdiği yaşları tutmaktan yoruldu. Dayanamadı… Bıraktı… Kendini yatağa, göz yaşlarını yanaklarına, yalnızlığını zamana bıraktı…
“Senin için de kendim için de deniz olmak isterdim.” diye yazmaya başladı sonra adama hiç göndermeyeceği bir mektuba. “İçimdeki tüm canlılık ile kendime yeten, renkli, çeşitli, bazen sakin, bazen dalgalı, bazen berrak, bazen bulanık ama hep kendim gibi var olabilmek ikimizin de hayatında. Denizi sevdiğin kolaylıkta sevsen beni keşke ve denizi özlediğin doğallıkla özlesen…” Okuyunca, sevmedi bu yazdığını. Silmedi de…
Deniz olmayı sevmemek şaşırttı onu. Deniz ki kadını hayatta en rahatlatan şeylerden biriydi. Düşündü deniz olmanın nasıl olduğunu. Tüm zenginliğine rağmen sabitti deniz. Hep aynı yerde… İnsanlar istediği zaman gelir istediği zaman giderlerdi. Denizse durduğu yerde kendine yetse bile kalkıp gidemezdi. Seçim şansı yoktu. O hep beklerdi, hep özlerdi… Canı sıkıldı. Deniz olmaktan vaz geçti.
Bir kuş olmalıydı belki, göçmen cinsinden. Hiçbir yerde çok uzun kalmamalıydı. Özgürce uçmalıydı dilediği zaman dilediği yöne. Sadece “an”da var olmalıydı. Ancak kuş da yersiz yurtsuzdu, köksüzdü. Gökyüzü dilediğinde küçülüp sığınamayacağı kadar büyüktü. Deniz ne kadar gidemezse kuş da o kadar kalamazdı. Kuş olmayı düşünürken yoruldu ve bundan da vazgeçti.
Ağaç fazla sabit, ateş fazla yakıcı, rüzgâr fazla hareketli, kuş fazla özgür, deniz fazla seçimsiz, vaha fazla yalnızdı… Hiçbiri tam olarak olmak istediği şey değildi ne kendi ne de öteki için. Pes etti, vaz geçti ne olmak istediğini bulmaya çalışmaktan. Kendini yataktan kaldırdı, göz yaşlarını sildi, yalnızlığını bir kuytuya gizledi.
Bir süre sonra onunla tanıştı kadın; Gece ile… Adı gibi siyah, parlak, derin, gizemli ve olduğu alanı kaplayan o karakediyle. Kadın gibi yeşil gözlüydü Gece de ve kadının olmak istediği biçimde güçlü, çevik, özgür ama bir o kadar da esnek, yumuşak ve sıcak idi. Özgündü, olduğu gibiydi.
Bir bahçede yaşıyordu Gece. Canı istediği zaman girebileceği bir evi ve ilişki kurabileceği bir insanı vardı. Bazen sevdiriyordu kendini, bazen biraz mesafeli ama “orada” duruyordu, bazen de kayboluyordu gözden. Bir süre sonra tekrar beliriyordu hiç gitmemişçesine. Gidiş gelişleri insanı ile ilişkisine zarar vermiyordu. Aksine, insanı da rahatlıkla gidip geliyordu böylelikle dilediğince. Birbirlerine yükleri yoktu.
Bu hafiflik sadece kendini düşünmesinden de değildi üstelik. Başta kendi insanı olmak üzere etrafındaki insanların da farkındaydı. Bir yılanı ustalıkla yakalayıp kendini koruyacak cesaret ve hızla, kadın bir hamakta ağlarken usulca kucağına yerleşip onu sakinleştirecek sevgiyi ve dinginliği aynı bedende taşıyabiliyordu. Birlikte var olurken diğerinin içinde kaybolmamayı, başkası için kendinden vazgeçmemeyi biliyordu. Diğer taraftan kaybolma korkusu olmadığından teslim de edebiliyordu kendini onu sevmek isteyen insanlara. İhtiyaç duyduğunda sevilmeyi, okşanmayı ve korunmayı da isteyebiliyordu… Bağlantılı ancak bağımsızdı Gece. Kadının da Gece’ye vurulma nedeni tam olarak buydu. Bağımlı olmadan bağlı kalabilmeyi becerebilmesi…
Gece ile geçen beş günden sonra kadın artık ne istediğinden emindi; Gece gibi olmak… Çünkü Gece, o güne kadar olmayı düşündüklerinin hepsi ve hiç biriydi. Vaha gibi besleyici ve rahatlatıcı, deniz gibi kendine yeten ve barışık her haliyle, kuş gibi özgür ve uçucu, ağaç gibi köklü ve güvende, ateş gibi tutkulu ve canlı, rüzgâr gibi hafif ve ferah…
Gece’yi tanımak umut verdi kadına. Kalbini çözdü sıcaklığı, var olma biçimi zihnini berraklaştırdı ve sağlamlaştırdı hayata doğru attığı adımları. Üstelik Gece’nin yarattığı bu etkiden haberi yoktu, olmayacaktı da. Minnettarlığını göstermek için sadece bir sonraki gidişinde daha çok sevebilirdi belki Gece’yi, tabi o da izin verdiği zaman.
Gece ile paylaştığı zaman dilimi kadının inancını artırdı; bir gün onu da tüm renkleriyle, dalgası ve durgunluğuyla, bulanıklığı ve berraklığıyla, aydınlığı ve karanlığıyla, tam da olduğu gibi olduğu için sevecek ve kabul edebilecek bir adam olacaktı hayatında. Ona ihtiyacı olmadığı halde onu isteyen, onsuz da olabilecekken onunla olmayı seçen, aynı kabul ve sevgiyle kucaklayabileceği biri.
Bir anda fark etti ki sadece “Gece gibi” olmak değil, hayatı da “Gece gibi” bir adam ile paylaşmak istiyordu. Karşılıklı olarak bağlı, bağlantılı ama bağımsız yaşayabilmek doya doya… İşte, her ikisinin de birer karakedi olduğu o hayatta; göz yaşlarını da yalnızlığını da o adama bırakabilecekti kendiyle birlikte…
O zamana kadar bu çölde kendi için bir vaha gibi olmaya karar verdi. Nefes aldıran, soluklandıran ve kendine getiren. Tıpkı Gece gibi…
* Bu yazının fonunda; ay ışığının vazgeçilmez huzuru, kızıl bir ateşin parlak alevleri, gürül gürül bir suyun arındırıcı akışı, gökyüzünü kaplayan ağaçların koruyucu örtüsü ve yaprakları usulca titreten rüzgârın inceliği dursun. Sesi de Şenay Lambaoğlu’ndan Tekrar Tekrar olsun.