İçeriğe geç

Yazar: imgekiner

Mutluluğa Doğru…

Kategori: 🖤

“Elli yaşındayım artık İmge.” diyor sevgili dostum. “Elli yaşındayım ve mutsuzum. Yaşayacak elli yılım daha yok biliyorum ve hayatımın kalanında mutsuz olmak istemiyorum.”

Yüzüne bakıyorum. Yıllardır pek çok halini gördüğüm bu yüzde bugüne kadar görmediğim derin bir acı var. O acı boğazıma yapışıyor bir düğüm gibi. Kahvemden bir yudum alıyorum. Düğüm açılmıyor. Arka masada acılardan, boğazdaki düğümlerden habersiz bir küçük kız çocuğu heyecanla bir şey anlatıyor annesine. Ben karşımdaki elli yaş bedenindeki küçük erkek çocuğuna bakıyorum. Aynı bedende kaç kişi, kaç yaş taşıdığımıza şaşırıyorum. Hangi yaşta olursak olalım aradığımızın hep aynı olduğunu düşünüyorum. İçimdeki tüm şefkatle onu dinlemeye anlamaya çalışıyorum.

O gün bugündür ara ara aklıma geliyor bu konuşma. Bir anın içinde sıkıştığımda kendime hatırlatıyorum; 42 yaşındayım, yaşayacak bir 42 yılım daha var mı bilmiyorum ve mutlu olmak istiyorum. Kararlarımı mutluluğa göre almaya, adımlarımı mutluluğa doğru atmaya çalışıyorum. 

Merhaba, dünyama hoş geldin!

Kategori: 🖤

Kendimi bildim bileli yazmak hayatımın bir parçası. Yazdıklarımı paylaşma cesareti bulmam yıllar alsa da artık buradayım… Umarım ben de senin dünyana hoş gelirim ve bu sayfa aracılığı ile bir bağ kurabiliriz. 

Hani filmlerde bir daktilo üzerinde büyülü biçimde gidip gelen eller vardır ve o ellere eşlik eden müzik gibi bir tıkırtı. Sonra tıkırtı durur, ellerden biri kâğıdı daktilodan çekip çıkarır, buruşturur ve yere atar. Tıkırtı, buruşturma, atma eylemleri kendini defalarca tekrar eder. Günün sonunda geride yorgun ama kendini ve yazısını tamamlamaktan memnun bir yazar, işini sabırla yapmaktan gurur duyan bir daktilo ve yerde, buradan sonra nereye gideceklerine dair meraklı bir yığın kâğıt topu kalır. İşte bu sahne benim erken çocukluk anılarımın çok önemli bir parçası. O eller babama ait, daktilo sesi hala en sevdiğim müziklerden ve meraklı kâğıt topları ilk arkadaşlarımdan.

Yas Tutabilmenin Dayanılmaz Hafifliği

Kategori: 🖤

Hayatımın ilk büyük kaybını yaşadığımda henüz on bir yaşındaydım. Babam bir gün vardı ve ertesi gün yoktu. Babam, sadece babam da değildi üstelik. Kendimi yanında “tuhaf” hissetmediğim bir yetişkindi, belki de tek yetişkin. Yaptığım, söylediğim her şeyi anlardı hatta desteklerdi. Kafamdaki farklı sesleri, yer karolarında gördüğüm desenleri, iskambil kağıtlarından kurduğum alternatif evrenleri dünyanın en mantıklı şeylerini anlatıyormuşum gibi dinlerdi. Çünkü benden daha tuhaftı…

Babamı kaybettiğimde bana hayatın zor olduğu söylendi, elden gelen bir şey olmadığı. En zor durumda bile olgun olmam öğütlendi, dik durmam ve hayatıma devam etmem. Ben diğer çocuklar gibi değildim, akıllı ve güçlüydüm. Acılara takılmak zayıfların işiydi. Bana bunları söyleyenler aslında beni koruma niyetinde olsalar da ben çocuk aklımla şunu öğrendim; “olgun, güçlü olduğum, hayatta dik durduğum müddetçe kabul edilir ve sevilirim.” Bu nedenle yas tutmanın ve kırılganlığın gücünü es geçtim yıllarca. Gerçekten coşku duyabilmek, kalbinden gülebilmek için yeri geldiğinde üzüntünün, acının, korkunun, umutsuzluğun içinde kalmak gerektiğini neredeyse kırk yaşıma kadar bilemedim.

Babamın öldüğünü öğrendikten birkaç saat sonra oyun oynuyordum kuzenlerimle. Birkaç gün sonra yeni bir okula başladım. Benden beklendiği gibi hep başarılı, güçlü ve olgun oldum. Örnek gösterildim, ödüllendirildim, alkışlandım. Öğretmenlerim, aile büyüklerim, arkadaşlarım tarafından kabul edildim. Sevildim… Ama o kişi tamamen ben miydim?.. 

Brecht, İpler ve Ben

Kategori: 🖤

Kopmuş ip bağlanabilir
Yeniden eklense de birbirine
Parçalıdır
Belki yine karşılaşabiliriz
Ama beni terkettiğin yerde
Bir daha bulamazsın
                                    Bertold Brecht (çev.Turgay Fişekçi)

Bu şiiri ilk okuduğumda sanırım lise yıllarımın başındaydım. Beni bu şiirle ve Brecht ile tanıştıran genç adama hayrandım. Farklı okullarda okuyor, farklı yakalarda yaşıyorduk. O yılların teknoloji kısıtlı dünyasında görüşme imkânımız azdı. Birbirimize uzun mektuplar yazar, bu mektuplar aracılığı ile hayatlarımızı paylaşırdık. Nadiren buluştuğumuz zamanlarda ise sahafları gezer, film festivaline gider, okuduğumuz kitaplardan bahsederdik.

Birkaç hafta önce bir gece Brecht okumak isteyip kütüphanemden bir kitabı çektiğimde, o kitabı o genç adam ile birlikte aldığımız günü hatırladım. Birbirimizi yirmi yıldan uzun süredir görmedik ve Facebook doğum günü kutlaması standardı dışında da görüşmedik. Bununla birlikte benim için aramızdaki o bağ hala duruyordu, o kitapta, Brecht’te, Woody Allen filmlerinde…

Bazı insanlar var ki her gün görsek de bir türlü yaklaşamıyoruz, yakınlaşamıyoruz onlara ve bazıları var ki yıllar sonra karşılaşsak, nerede kaldıysak oradan devam ediyoruz hiç uzaklaşmamış gibi. Kimileriyle hiç bağlanamıyoruz. Birbirimize kısa-uzun-sıkı ya da bol geliyoruz. Kimileriyle de zamana ve mekâna rağmen hiç kopmuyor iplerimiz, sadece esniyor.

Bazen bir ipin kopma noktasına geldiğini son anda fark ediyoruz ve hatta koptuktan sonra. Bazılarını vazgeçip bırakıyoruz kopunca, bazılarını onarmaya çalışıyoruz. Tekrar tekrar aynı yerden bağlamayı deniyoruz. Her bağladığımızda bağlantı yeri biraz daha belirginleşiyor, ip giderek kısalıyor. İlişkiler gitgide o dar alanda sıkışıyor.

Ömür Uzatan Kare Masa

Kategori: 🖤

Birkaç ay önce sekiz arkadaş güzel bir restoranda, denize nazır bir masada buluştuk. Aramızdan birinin hayatındaki önemli bir değişimi paylaşmak niyetindeydik. Bize uzun, dikdörtgen bir masa hazırlamışlardı. Masada birbirini uzun yıllardır tanıyan ve ilk defa o gece, o masada karşılaşan kişiler vardı. Masaya oturduktan bir süre sonra düzeni sevmedik. Masanın iki ucunda oturanlar birbirlerini göremiyor ve duyamıyorlardı. Diğer masaların meraklı bakışları eşliğinde, garsonların da yardımı ile, uzun dikdörtgen masayı kare bir masaya çevirdik. Artık herkes denizi göremiyordu ama olsundu, birbirimizi görüyorduk.

O gece, o kare masada, yaşlar, cinsiyetler, unvanlar, medeni haller yani sosyal roller yoktu. Sadece sekiz insan vardı. Birbirini dinleyen, anlayan, birbirine güvenip içini açan, hayatın ve anın büyüsünü paylaşan sekiz insan. Gecenin sonunda herkes birbiri ile yüz yıldır tanışıyordu. Gülen yüzler, kucaklaşmalar, “bunu mutlaka tekrar edelim”ler gerçekti. Artık dünyanın yuvarlaklığına ve zamanın ruhunun kopukluğuna inat, gönülden bağlantılı olduğumuz bir kare masamız vardı.

Koltuk

Kategori: 🖤

Eski bir İstanbul mahallesinde yer alan ahşap bir evin ilk katındayım. Biri beyaz biri pembe iki orkidenin süslediği pencerenin önüne karşılıklı konmuş iki koltuktan birinde oturuyorum. Bana ikram edilen kahveyi orkidelerin yanına koyuyorum. Beyaz bir porselen üzerine altın işlemelerle Kız Kulesi çizilmiş fincana. Sessizlikte duruyor ve arkama yaslanıyorum. Orkidelere bakıyorum. Nasıl bu kadar büyüdüklerini düşünüyorum. Sonra orkidelerin canlılığına tezat biçimde rengi solmuş, ahşapları dökülmeye başlamış olan karşıdaki eve dikiyorum bakışlarımı uzun uzun. Fincanı elime alıp bırakıyorum. Sessizlik devam ediyor.

Benim başlamam “lazım” konuşmaya. Bir terapi koltuğundayım çünkü ve ilk cevaplamam gereken soru hep aynı “Nasılsın?”. Nasıl olduğumu o kadar bilmiyorum ki o gün, bir türlü konuşmaya başlayamıyorum. Muhtemelen dışarıda bir dakika kadar süren sessizlik benim içimde saatler olarak buluyor karşılığını. Nasıl olduğumu söyleyemiyorum, çünkü bilmiyorum…

Kendi Gerçeğine Doğru Ufak ve Sağlam Bir Adım

Kategori: 🖤

“Bir ömrün ayrıcalığı, her kimsen o olmaktır.” diyor hikâye anlatıcılığının ustası Joseph Campbell. Ne kadar basit ve ne kadar zor… Hayatın amacı kim olduğunu bulmak, ayrıcalığı da bulduğun o kişiyi kabul etmek ve onun yaşamasına izin vermek bence. Aksi halde hayata geliyoruz, hayatı sürdürüyoruz ve hayattan gidiyoruz geride çok az iz bırakarak. Gerçekten yaşamış olmuyoruz.

Aslında ilk gençlik yıllarımızda başlıyoruz kendimize kim olduğumuzu sormaya. Bizi büyüten aileden, içinde yaşadığımız kültürün kalıplarından, çevremizdekilerin bizden beklediklerinden bağımsız bir benlik yaratmak istiyoruz. Sınırlarımızı fark etmek ve onları aşmak için oluyor tüm denemelerimiz. Kimimiz daha melankolik, kimimiz daha coşkulu, kimi asi, kimi öfkeli kendimize doğru bir yolculuğa çıkmaya niyet ediyoruz. Fakat sonra bir yerlerde yoruluyor, aramayı bırakıyor ya da kaçtıklarımıza yakalanıyoruz. Kendimizi tanımlamanın acısız bir yolunu bulup sosyal rollere sığınıyor, topluma uyumlu insanlar olarak etiketlerimizle hayatı sürdürüyoruz. Biri bize kim olduğumuzu sorarsa rol repertuarımızdan duruma en uygun olanı çıkarıp oynuyoruz.

Ben bir anneyim, danışmanım, eğitimciyim, masalcıyım, genel müdür yardımcısıyım… Rol repertuarımın önemli unsurları bunlar. Fakat bunların hepsi yaptığım şeyler, olduğum insana dair bir renk yok bu etiketlerde. Beni kendime yaklaştıracak ve ömrüme ayrıcalık katacak olan rollerimi bırakmak değil, onları kendimce nasıl oynayacağımı bulmak. Hatta onları bir rol olmaktan çıkarıp kendi gerçeğime yaklaştırmak. Hayatta yaptığım her şeyi kendi gerçeğim üzerinden yapmak. İşte asıl macera da burada başlıyor, kendi gerçeğini bulma yolculuğunda.

Joseph Campbell buna “Kahramanın Yolculuğu” diyor. İzlediğiniz pek çok Hollywood filminde, bol ödüllü dizilerde, çok satan romanlarda bir akış olarak kullanılan bu yolculuk çemberi, insanın tekamülünün de birebir yansıması aslında.

Hayatı Yönetememeye İzin Vermek

Kategori: 🖤

Son yıllarda hayatımdan çıkartmaya çalıştığım bir kelime var: Yönetmek. Evi, işi, ekibi, müşterileri, projeleri, ilişkileri aslında hayatı “yönetme”yi bırakıp “yaşama”ya geçmeye uğraşıyorum epey bir süredir.

Bu sabah bir arkadaşımla sohbet ederken bir noktada “yönetememeye izin vermek” dedi, “hayatın kendisinin bu olduğunu kabul etmek”…  Sohbetimiz bittiğinde içimde hala bu kelimeler yankılanıyordu “yönetememeye izin vermek”. Bu yankının kaynağına doğru iz sürdüm.

Her şeyi her zaman yönetmeye, kontrol etmeye, bilmeye, madde madde sıralamaya ihtiyaç duyduğum hallerimi hatırladım. Bunun ne kadar zor, ne kadar yorucu olduğunu. Herkesi memnun etmeye çalışırken, başta kendim olmak üzere kimseyi memnun edemeyişimi. Bedensel rahatsızlıkları, ruhsal sıkışıklıkları… Ses artık unutmaya yüz tuttuğum eski halimden geliyordu.